Bir Garip Gün Işığı, Odamın İçine Dolan

gunisigi

Rüzgarla açılan pencereden rüzgarın misafiri olarak geldi gün ışığı. Bir garipti. Var olduğumuz günden beri, yüzümüze çarpan güneşin bizi gülümsettiği gerçeği o gün, o sabah için geçerli değildi. Kalktım, pencereye uzanmak için bir adım attım. Adımımla beraber ayağıma değen soğuk taşlar ve üzerime doğru esen rüzgar içimde ürkütücü bir titremeye yol açınca duraksadım olduğum yerde. Ben güneşe bakıyordum, o da bana. Oysaki eskiden böyle olmazdı. Ben ona bakmak için ne zaman cesaretlensem, sanki benim ona bakacağımı bilip kendini biraz daha kızdırırdı güneş ve ben güneşe bakmanın dayanılmaz hafifliğine, bir güzele bakmanın içimde bıraktığı yanıklara benzetirdim. O sabah öyle bir yanık oluşmadı göğsümde. Halbuki göğsüm, benim yaşam kaynağım, bir anlık nefes alımlarında yaşamamı bana hatırlatırcasına küt küt atardı. Bende ona minnet edip, bazen elime aldığım stetoskop-bir tür dinleme cihazı- ile onu dinlerdim. Yani hayatı. Her atımında bana hayatta olduğumu şükretmemi söyleyen bir kalbim var benim. Bir kaç santim ötede duran kalbim adeta hayatın ellerimin arasında olacağını söyler gibi atıyor. Küt ediyor önce, gerisi gelecek mi diye bir merak kaplıyor insanı ve beklenen diğer ses, ikinci küt oluyor. Dinleyince öyle rahatlıyorum ki, başımı koyacak bir yerler bulmak istiyorum. Yaşadığım hayatı şerit halinde film makarasına çeviren şu kalbimi, açıp sunacak bir yere, başımı koyacak omuz istiyorum.

O sabah, güneş içeriye öyle soğuk ve öyle donuk geliyor ki, yaşadığından bir haber olan insanların dışarıda gezdiğini hatırlatıyor aynı anda bana ve ben aynı anda başımı koyacak omuz arayışıma son veriyorum. Hayatı yaşamalı insan diyorum. Bir kaç santim ötedeki şu güzel atıma, dünyanın en güzel sesine, uzak olmamalı, sağını solunu dinlemeli, kulağına taktığı şu aptal müzik çalarların kulaklıkları yerine oturup esaslıca birbiriyle konuşmalı. Hayat geçiyor nihayetinde. Geçişi, bir zaman tüneline bedavaya giren bilim adamının “hangi yıla gitsem acaba?” nankörlüğüyle oluyor. Oysa yıllardan daha mühim olan şeyler var, günler hatta saatler ve dakikalar. Her dakika, ismini bilmediğim uzak ülkelerin birinde, binlerce insan ölüyor. Binlerce insan, tıpkı senin ve benim gibi, uzanmış yatağına bir pazar sabahı güzel kahvesini yudumlamayı ve kahveye katık gazetesini okumayı seçmek yerine savaşa zorlanıyor. Dünya bir anlık kaosun ve çözüm üretemeyen insanların kurbanı kendi ekseninde rahatça dönüp duruyor. Belki öyle görünüyor. Ama insanoğlu ve kızı olarak çevreye yaptığımız tahribat o hadde varıyor ki, izin almadan üzerilerine şehirlerimizi kurduğumuz ormanlar, bizden habersiz yok olmaya başlıyor. Acaba, haberi olmayan mı biziz? Yoksa habersiz mi yakıp yıkıyoruz üstüne basıpda dikkat etmediğimiz şu Dünyayı? Bir garip gün ışığı doluyor odamın içine. Ben efsunlu bakıyorum ona, tüylerim diken diken ve güneş artık eskisi kadar ısıtmıyor şu yer küreyi. Varsa yoksa biz yakıyoruz önce kendimizi ve sonra şu yer küreyi. Hani kutuplarından basık ya Dünya, aslında Dünya‘da bir problem yok, varsa yoksa insanoğlu basık, varsa yoksa insanoğlu başlı başına problem.


Yorumsuz kalmış! Sayenizde...



Trajikomik detay...
Güzelim Türkçemizin dil kurallarıyla ilişiğini kesmiş, "selam,merhaba,nasılsın" gibi kelimeleri kurarken "SMS" kalıplarına,kısırlığına kapılarak kendini "slm,mrb,nslsın" şeklinde ifade etmiş, IP adresi'nin kaydını tuttuğum halde sanal alemin verdigi "Beni nereden bulacak? - ki bulunuyorsun merak etme! -" rahatlığından bizim Özer'e küfür,hakaret etme gazına erişmiş, bu gazı bünyede dolandırırken bunu bile adam gibi yapamamış her bireyin yorumları özür dilenerek büyük bir keyifle silinir... Yorumların hepsini yeni bir mektupla buluşmuş gibi keyiflice okurum... Belki de "Trajikomik detay"da ki en olumlu sözüm de bu olmuştur...

*

*